14.5.12

Uzaya filan gitmekler, bişeyler...


Sevgili Blogların modasının artık geçtiğinin farkında olan okuyucu. Öncelikle minik bir uyarı: Bu yazı yoğun biçimde "zaaaaa too long, won't read XD" içermektedir. 

Fakat mevzu çok ciddi. Kadın uzaya gidiyor. O yüzden yazmak zorundayım.

Hayır. Yani bir cinsiyeti temsilen "kadın" değil. Kadın. Kadının biri yani. İnsanın biri de diyebilirdim. Ama betimlemede bir seviye daha yukarı çıkarak cinsiyet bilgisini de katmak istedim ifademe sadece. Mevzu öylesine garip ki, giremiyorum. 

Mevzu garip, çünkü "uzaya gitmek" deyimleşecek kadar büyük bir durumu ifade etti yüzyıllardır. Hatta içimizden birilerinin aya gidip bayrak dikmesi, yörüngeye oturması, yukarlardan sürekli örnek ve veri toplaması bile "uzaya gitmek"i normal bir aktivite olarak algılamamızı sağlamadı. Hala da en sevdiğimiz abartı ifadelerinden biridir uzaya gitmek. Daha iki gün önce kullandım, ordan biliyorum.

Fakat henüz dün radyoda dinlediğim "Abdullah Gül silikon vadisine çıkarma yapacak ve Fatih projesinden bahsedecek" haberini hazmedememişken bu sabah "show klüp" adlı magazin programında (evet renkli, bold ve altı çizili!!) UZAYA GİDEN İLK TÜRK haberini şu görüntülerin daha magazin versiyonuyla izledikten sonra bir garip hissetmekten kendimi alamadım.



Bunlar da benim sorularım:

1- Yıllardır gözümüzde büyüttüğümüz astronotluk ünvanı 95bin doları basınca alınabiliyor muymuş?

2- "Uzaya giden ilk Türk" bir turizmci mi olacak? Yani 23 Nisan'da Başbakan'ın koltuğuna oturtmak için bile küçücük çocukları bir seçme değerlendirme sürecinden geçirirken, efendime söyliyim bir takım sınavlarla sürekli bir seçme eleme yapılmaktayken UZAYA GİDEN İLK TÜRK olarak anılacak şahsı seçme kriterini (hatta çoktan anılmaya başlamış bir şahsı) bu meblağı ödeyebilecek ve yeterince popüler olan herhangi biri olarak mı belirlediniz?

3- Turistik bir amaçla atmosferi 100km aşan bir kişiyi uzaya giden ilk türk olarak tarihe mi geçireceğiz? Böyle onlarca haber yapıp yanlış bilgilendirmenin doruklarında mı gezeceğiz sürekli?

Tabii ki bu seyahatin turizm şirketleri arasında gerçekleşen bir anlaşmanın parçası olduğunun, hanımefendinin de büyük kar getirecek bu işin reklamını yapmakta olduğunun farkındayım. Tam da bu noktada, herzamanki gibi, haberleri yapanların bile sergilediği büyük sorumsuzluk ve cehaletten rahatsızım.

Uzay yolculuğu yapabilme, bir ülkenin teknolojik ve bilimsel gelişiminin bir göstergesidir ve en önemli rekabet kriterlerinden biridir. Türkiye Cumhuriyeti olarak insanlı uzay yolculuğu yapmayı başaramadık. Denedik mi, ondan bile emin değilim! Bu alanda eğitim gören kişilerin bir gün bir uzay araştırma merkezinde görev yapma gibi bir umutları bile yok. O kadar başarısızız. (Tübitak Uzay Teknolojileri Araştırma Merkezi diye bir yer var, ama şu aralar olmasın diye bir takım güçler ellerinden geleni yapıyorlar.) Bu arada, aşağıdaki haber 2011 tarihli. Türkiye'nin uzay tarihçesinin başlaması haberi yani. Hahaha...



Yetmez.

Ulusal (insanlı) uzay yolculuğu projeleri devri geçilmiş, biz başaramamışız, artık olayı turizme, şakaya komikliğe dökmüş adamlar, "Türkiye bu pazardan %4-5 pay alır" diyerek bize 1 saatlik uzay yolculuğu satıyorlar ve biz de coşkuyla "uzaya giden ilk türk" haberleri filan yapıyoruz.

Magazin programlarında.

Durumu garipsediğim için çok kısaca bir araştırma yaptım. Milliyetçi takıntılarım yoktur fakat bu haberdeki "İlk Türk" vurgusu büyük önem taşıyor. Ve malesef bu gelişmelerin tanımlanmasında böyle bir kategori var ve oldukça geçerli bir kategori...

Bakın uzaya giden ilk Türk kimmiş.

"Nevruz şenliklerinin en ilgi çeken ismi ilk Türk kozmonot oldu… 1991′de uzaya giden Toktar Eburbekirov kendine “Kazak kozmonot” diye hitap eden bir gazeteciye sorusu bitmeden resti çekti: Ben uzaya giden ilk Türk kozmonotum! – SABAH 29 Mart 2006"


"Pilot ve kozmonot olan Kazak Türkü Toktar Aubakirov (Toktar Aybekirov), uzaya giden ilk Türktür. Kendisi Sovyetler dönemindeki 72′nci ve aynı zamanda da son kozmonotudur. Pilotluk kariyerine 1976 yılında başlamıştır, 50′den fazla uçak tipiyle uçmuş ve Mig-29 uçaklarının test uçuşlarında pilotluk yapmış ve pek çok başarıya imza atmıştır. 2 Ekim 1991 tarihinde Sovyet Rusya ve Kazakistan arasındaki işbirliği ile Baykonur Uzay Üssünden kalkan Soyuz TM-13 Uzay aracı ile uzaya çıkmıştır. Uzayda yapılan çalışmalara katılmış ve uzayda 8 gün kadar kalmıştır. – WikiTR"


Görüldüğü üzere gerçek uzay yolculuğu yapan kişi bile bir Türk KOZMONOT :)


minik araştırmam şunları bulmuştu:

http://www.talhaturhal.com/ahu-aysal-kerimoglu-uzaya-gidecek-ilk-turk-degil.html
http://www.ahuaysalkerimoglu.com/Celebrities.aspx
http://wwweski.tubitak.gov.tr/basinci/dosya/16_5_2011/79466.jpg


Hoh.









19.3.10

"cuma"

"cuma gününü nasıl tanımlarsın?" diye sorsalar, sanırım aklıma en son gelecek tanım "perşembe ile cumartesi arasındaki gün" olurdu. oysaki (evet oysaki bitişik yazılır) tdk için bu ilk tanım. sanırım bu tanım matematik bakış açısıyla yaklaşıldığında tam bir çöp olurdu. çünkü öncelikle perşembe ve cumartesi'yi tanımlamak gerekirdi ve aynı fonksiyonu kullandığında, perşembe ve cumartesi tanımı için cumayı kullanmak gerekecekti. ayrıca pazar ve çarşamba da işin içine girecekti. dolayısıyla bu tanım bilgi vermekten son derece uzak bir tanım.

her neyse. bugün güneşli ve güzel bir mart günü. ve bir cuma. bir haftanın son günü olma özelliği bu günü sevilesi yapıyor mu? bir çok insan için yapıyor sanırım. benim içinse bir hesaplaşma günü. hafta içinde gösterdiğim performansa göre cuma neşeli ya da hüzünlü geçebilir.

bazen hayatı, tükenince yenisini alamayacağım bir kontör kartı gibi görüyorum ve işin kötüsü servis sağlayıcım hiç bir şekilde bedava mesaj ya da bedava konuşma dakikası hediye etmiyor. sürekli kontörlerim eksiliyor. bazı günler hayatı çaldırıp kapatasım geliyor. çünkü o moddayken o günü geçirirsem o günün hakkını veremeyeceğimi, o günü çar çur edeceğimi biliyorum.("çar çur etmek" deyimi bir anda çok garip geldi.) ama bu mümkün değil. hayat düşüncesiz bi arkadaş gibi davranıyo. daha ilk çalışın yarısında açıyo :( tamam bu kötü benzetmeyi daha fazla uzatmanın anlamı yok :D işte bir cuma bana hayatı harcadığım hissini yaşatıyosa, o cuma hiç iyi bir cuma olmuyor.

aslında bunun için de bir sahtekarlık düşünmedim değil. diyelim ki cuma günü geldi ve ben hafta içini yeterince verimli geçirmediğimi düşünüyorum. hemen cumartesi ve pazar'ın tatil etkisini sömürüp, haftanın son gününü pazar olarak tanımlayıp cumartesi gününü kendime eziyet günü ilan ediyorum.

neyse dışarısı bu kadar güneşliyken zaman sorunlarını daha fazla mıncıklayarak kendimi üzmeyeceğim. cuma. perşembe ile cumartesi arasındaki gün değil. cuma 7 günlük bir hafta düzeninin beşinci gününe verilen türkçe ad. daha iyi olmadı mı?

2.7.09

lisans mezuniyet belgesine erişmek

4 sene boyunca öğrenci işlerini bir çok kereler ziyaret etmişimdir. aman tanrım her seferinde bir suratlar, her seferinde bir "hafazanallah bize iş çıkaracak haylaz!!!" bakışları... her seferinde gösterilen sabır, verilmeyen tepkiler... sorulan kilit sorular, alınan eksik, yanlış ya da "hiç" cevaplar! inanılmaz ama, gördüğüm en mutsuz insanlar bunlar! güler yüz, nezaket, tatlı dil, arkadaş hiçbiri mi işe yaramaz bu insanlar üzerinde?!' Sanki üzerlerinde "çelik ayna", "görünmez kalkan" falan var her türlü iyilik ve güzelliğe karşı. Adamlara 2 kağıt imzalatacağız diye çekmediğimiz surat, işitmediğimiz azar kalmadı. Haaa bir de işlerini "en azından" doğru yapsalar, yine daha az üzüleceğiz. Üstelik yaptıkları işlemlerin bir çoğu eksik ve hatalı oluyor!! Öğrenci işleri merkezine girmek demek, öğrencinin hayat enerjisinin en az %10' unu girdiği ilk 2 sn.'de yitirmesi demek.
Okulla ilişiğimi kesme işlemlerini yürütürken de, en sevinerek ilişik kestiğim bölüm "öğrenci işleri" oldu. Evet öyle bir ilişik yok sevgili okuyucu. Ama varmış ve ben o ilişiği artık kesmişim gibi yaparak kendimi rahatlatıyorum. Olamaz mı? Halbuki isteriz ki öğrenci işlerimiz adeta bir "funky town" olsun!
Evet istediğimiz böyle bir öğrenci işleri tam olarak. içeri girdiğimiz anda müzik başlasın ve break dance gösterileri yapılsın. "gelin canlar bir olalım!!"
Gelgelelim, seneye mezun olacak arkadaşlar da bizim gibi sürünmesin diye geleceğe mezuniyet işlemleri için işlem basamakları yazmaya! (Evet hiç kimse bize işlem basamaklarını söyleme, duyurma ihtiyacı duymadı. Adeta yumurtasından yeni çıkmış bir caretta caretta gibi kendi yönümüzü bulduk fakülte öğrenci işleri, bıdı öğrenci işleri, bölüm, mediko arasında. Arada sağolsun danışmanımız Rukiye Hoca destek oldu da bir şeyler yapabildik...)
DEV ESER, İNANILMAZ BÜYÜK HİZMET (MELİH' İN PARKLARINDAN BİLE GÜZEL!!)
20 ADIMDA LİSANS MEZUNİYET BELGESİ ALMA
1- Sabah erken bir saatte okula git. Yanında sağlık karnen ve öğrenci kimliğin olsun. Ama öyle çok erken değil. 9, 9.15 diyelim.
2- İlk olarak danışmanı ziyaret et, imzalatılacak belgeyi al. Öncelikle danışman o belgeyi imzalar.
3- Belgeyi bölüm başkanı ya da bölüm başkan yardımcılarından birine imzalat. İlgi alaka bekleyip hüsrana uğrama. Büyük ihtimalle yüzüne bile bakmayacaklar.
4- Belgeyi Kimya Bölümü' nün altındaki öğrenci işlerine teslim et.
5- İşte bu işlem saat 10:00'a kadar yapılmalıdır ki, o belge işlemin devamı için ek bina' daki öğrenci işlerine gönderilsin ve işlemin devamı öğleden sonra yapılabilsin.
6- Öğleden sonra ek binada işlemlere devam edeceksin. Oraya elinde sağlık karnen, kimlik kartın veee "kütüphaneden bişey aşırmadım yeminlen!" belgenle gideceksin. Bu nedenle ek binaya giderken yolda bir kütüphaneye uğrayıver.
7- Kütüphanede ilk önce 1. kattaki bankoda duran görevliden bir belge alacaksın. Sonra en üst kata çıkıp, merdivenin sonundaki ilk odaya girerek asıl belgeyi alacaksın.
8- Öğleden sonra oldu. Şimdi ek binada olman lazım. Bu arada kantinde takılmışsındır kesin 1-2 saat. Yapacak bir şey yok malesef. Oraya gidip 1. kattaki öğrenci işlerine gir. Fen Fakültesi ile ilgilenen 2 hatunu görürsün zaten. Onlara "Ce! Çıkış işlemi" de. Hemen halledecekler. Kimliğini o belgelere kolayca zımbaladıklarında hayretlere düş. Adettendir :))
9- Yeni süper belgelerinle zemin kata in. Oradaki öğrenci işleri görevlisine sağlık karneni vereceksin ve elindeki belgedeki bir yeri daha dolduracak o.
10- Artık cebeci mediko' ya gitmenin vakti geldi. Ama önce elindeki belgenin en üst sayfasının bir fotokopisini çektir. Onu isteyecekler. Ankaray' a git, Kızılay yönüne gidene bin ve en son durakta in. Artık medikoyu kendin bul yaaağğ. Bulursun bence aslansın kaplansın.
11- Medikoya gelebildiğini farzediyorum. 1. kata çık, karşıdaki odaya gir, elindeki belgeleri ver. Yaklaşık 2 dk. sonra işin bitecek.
12- Şimdi Ankaray' a geri bin ve Tandoğan' a git. HAHAHAHAAH çok sinir bozucu değil mi???
13- Şimdi de Ek Bina'ya git.
14- Yine aynı hatunların yanına git ek binada. Onlar elindekileri görünce nereye gideceğini söyleyecekler.
15- O adam da belgedeki son boş yeri imzalayınca, koridora çık ve sağdan 3. kapıya gir. (Alice harikalar diyarında...)
16- Nihayet Lisans Mezuniyet Belgeni alacağın yere geldin. Onu al ve 3. kata çık. Orada bu belgenin 5 tane fotokopisini çektir. Çektir ki elinde bulunsun. Lazım olacak.
17- Zemin kattaki öğrenci işleri görevlisine fotokopileri damgalat. "Aslı gibidir."
18- Mezuniyet transkripti de istemeyi unutma.
19- Belgeni al ve hemen binayı terket!
20- Merdivenlerden zıpla ve havada topuklarını çarpıştır. Artık resmi olarak MEZUNsun!!!
Benim bu işlemleri yapmam tam 3 gün sürdü. Burada yazılanlara uyarsan, işlerin aynı gün 15-16 sularında biter. Öperim.

24.6.09

mezun olmak

"mezun" izinli demek imiş. son sınavımdan çıktığım gün Selim' i bu soruyla uzun süre bunaltmıştım. Neyse ki Demet Hanım aynı sıkılganlıkla yaklaşmadı ve bunun cevabını bana bulacağını söyledi :) Ondan öğrendim "mezun = izinli" olduğunu. Öğrendikten sonra da çok makul geldi, niye kendim düşünerek bulamadım diye biraz üzüldüm :)
Bu yazıda öyle nostalji, hüzün ve gözyaşı bulacaklarını düşünenler çok büyük yanılgı içersindeler. Zira mezun olduğuna çok memnun bir şahsım ben. Nihayet çektiğim acılar son buldu. "Oh!". Eğitim sisteminin nöronlarıma çektirdiği eziyetlerin bir kısmından daha başarıyla sıyrıldım. Yoran, üzen, kıran, kahreden olayların hepsi artık çoooook geride. Gerçekten de umurumda bile değiller. Keşke zamanında da kendimi üzmemeyi başarsaymışım bu konularla ilgili. 
Velhasıl, üniversite bana hayatın bir kısmını daha öğretmeyi, beni kendimle biraz daha tanıştırmayı başardı. 
Nihayet bazı şeylerle olan bağım daha da zayıfladı. Bulutlar biraz daha dağıldı, hafifledim. 

6.6.09

pazar

Pazar günü haftadan çıkarılsın arkadaşım. İddia ediyorum, dünyanın en verimsiz en saçma günü pazar. Dinleniyo muyuz, eğleniyo muyuz, çalışıyo muyuz?? Hayır efendileer!! Pazar günü hiç bir şey yapamıyoruz!! Hem uyuşukluk hem aktivite olmaz, olmuyor. Haa, aktivite yapsan, şehirde birlikte yaşadığın diğer bilmemkaç milyon insan da senin yapma heveslisi olduğun aktiviteyi yapıyor oluyo büyük ihtimalle. 
Bir inceleyelim. Pazar günü kitap okumayı mı planladınız. Size "ahahaha" diyorum. Bırak kardeşim bütün aile evde nereye ne okuyosun. Bıdır bıdır konuşma sesleri, çalan telefon, onun haricinde mütemadiyen uyuyan 1-2 insan!!
Neyse yazarken bile dayanamıyorum pazar gününe. Yazmicam ondan. Vazgeçtim bitti. Tamam hadi bitti kesin söz yemin.

22.2.09

çok şey yazmak istemiş

ama hiçbişey yazamamış uzun süredir çünkü kafası çok karışıkmış meğersem. 
her şey garip gelmeye başlamış. her şey canını sıkmaya başlamış. bulut gibi, ama daha ağır bişeyler kafasını çevrelemiş. seçici geçirgen olmak
tan çok uzak olan bu malzemenin vücuda pek yararı yokmuş aslında. garip bi izolasyondan başkası değilmiş. belki 
kafa karışıklığı molekülü hızlandırıcısı olarak
 adlandırılabilirmiş. ama tartışmalar sürüyormuş konu hakkında. nerde mi? içerde. 
her şeyi yapabilecekmiş gibiymiş ama hiçbişeyi başaramayacakmış gibi de korkuyomuş. kim mi? bi arkadaşıymış bunları düşünenin. 
bu şahane matematiksel keşfin sahibi euler. 
kim midir euler? 
bi kere o onun adı değil soyadı! 
koskoca sülaleyi durduk yerde keşif sahibi yaptık. düşünsene adam amcasından dayısından filan nefret ediyo olabilir, ama euler diyince, hahahaa tabii ki "Leonhard" diyen kaç kişi çıkar ki? hem de "h" ile. euler euler işte. ya da o zamanlar bunun teyzesini filan düşünelim. acaba pazara filan gittiklerinde "ben eulergillerdenim, 5'e değil 3'e ver bunu" gibi konuşmalar yaşamışlar mıdır. önemli bir şahıs neticede. Ah Leonhard ah. Evet Leonhard Euler bu şahane amcanın adı. şimdi böyle bişey buldu diye bana çok şahane geliyo bu adam ama acaba nasıl bi insandı kendisi. fonksiyon denen şeyi hatta trigonometrik fonksiyonları tanımladı etti diye de hemen baş tacı ettik. neyse ben etmeye devam edicem. benim için yeterli bi kanıt bu bi insanı baş tacı etmek için. 
küçük leonhard'ın babası papazmış. doğuştan papazı bulmuş da denilebilir bu durumda. ama gülmek için yeterince komik olmaz tabii. hatta bu papazı bulma süreci üniversiteden mezun olduğunda bile peşini bırakmamış. aldığı eğitim dolayısıyla az kalsın papaz olacakmış. halbuki ona sorsalardı belki de papaz olmaktansa, papaz eriği olmayı bile tercih edebilirdi. bunu gören bir Bernoulli sülalesi üyesi (ki bu öyle bir sülaledir ki, her biri istatistikçi tanrım böyle her biri matematikçi) duruma müdahale etmeseymiş, şuan belki de bilim dünyası 10 yıl kadar geride olabilirdi. euler'a 10 yıllık değer biçtim. aslında biçmemiş de olabilirim. sağım solum belli olmaz. ayrıca benim neyime. 
Bi süreliğine euler'ın hayatından çıkalım ve günümüzde düzenlenen matematik yarışmalarını filan düşünelim. ilginçtir onlar. ilginç insanlar katılır. hatta bir kez ben de matematik olimpiyatlarına katılma girişiminde bulunmuştum. ama küçüktüm, sıkıldım sonra. 
şimdi euler'in hayatına geri dönelim. adam 20 yaşında böyle bir yarışmada şov yaparak takdir toplamış sevgili okuyucular. mansiyon kazanmış ama olsun. sonra da gidip fizik profesörü olmuş. sonra gitmiş matematik kürsüsünede kıdemli akademisyenliğe terfi ettirilmiş. bakınız burda fizik-matematik ilişkisi ne kadar da güzel kendini gösteriyor değil mi.
şimdi ben kendimi aşarak bir benzetme yapacağım. euler matematiğin mozart'ıdır!
neden mi?
işte kanıtlarım:
- tam bir matematik ispatını 2 öğün arasında yapıyor olabilmek.
- bütün çalışmaları basılsaydı 60 ve 80 quarto ciltlik yer kaplardı.
- tüm çalışmalarının elde yazılarak kopyalanması, günde 8 saatlik bir çalışmayla 50 yıl sürerdi. 
bakınız, bu "2 öğün arası" ve "günde 8 saatlik çalışmayla 50 yıl" ölçü birimlerini nereden hatırlıyosunuz? eveet evet. bi şekilde mozart biyografisi okuduysanız ordan hatırlıyosunuz. 
bu ölçü birimlerinin alt metni şudur aslında. "bu adam o kadar doğal bir yetenekti ki, düşünceleri adeta bir çağlayan, adeta bir ışık seli gibiydi. üretkenliğine tek engel bir takım sağlık sorunlarıydı."
işte sorun şu ki, euler'in kafasında o buluttan var mıydı. sanmam. bulutsuzluk ne güzel bi duygudur kimbilir. 
bulutsuz günler. 

24.1.09

bir takım iğnelerin yön karmaşası

İşler yolunda gitmediğinde o işin neden yolunda gitmediğini araştırmak gibi güzel yurdum civarında pek olağan olmayan bir alışkanlığı olanlar, bu durumu abartıp en çok kendine yüklenme boyutuna getirdiklerinde, o yolunda gitmeyen küçücük olayın nasıl haftalarca sıkıntı yaratabildiğini bilirler. "Boşver" diyemezler bir türlü. Çünkü hayatından gidiyor insanın. Emekleri boşa gidiyor, etraflıca düşünüp kurduğu planlar bozuluyor vs. 
E hayat da zaten böyle bir şey... mi?
Evet hayat kendi rasgele düzeni içinde (rasgeleyi rastgele olarak kullanmamamın okulla ilgili bir nedeni var bu arada, merak edenler için:)) insana rasgele sıkıntılar sunarak "hah al bakalım bunla başa çık, şimdi bunla başa çık" şeklinde, insanı hayata tutunduracak türlü çeşit heyecanlar getirir. Sims'in bile chaos motoru vardı. Binbir hile ile mahallenin en zengini ol, işlerin iyi gitsin, ailedeki herkes iyi olsun filan (sims deyip geçmeyin bunları sağlamak onda bile zor oluyordu :)), oyun bir anda chaos generator'ını çalıştırıp, oyuncunun asla müdahale edemeyeceği (tüm müdahaleleri kapatıyor) bir felaket yaratıyor. Örneğin ana karakterin çok sevdiği bir arkadaşını bir facia sonucu öldürüyor, ya da çocuğu okula gönderemiyorsunuz bir türlü, en sonunda gelip askeri okula götürüyorlar çocuğu filan. 
Hah... Başlığı kafama giymeye başladım an itibariyle. 
Ama bakıyorum da, buralarda hayat hiç bir zaman mükemmele yaklaşamıyor ki?
Tabii bu biraz da hayattan beklentiye ve hayat kalitesine verilen önem ile ölçülebilecek bir mükemmellik. Fakat açıkça ortada ki, etrafta milyonlarca mutsuz insan geziyor. Hiç biri neden mutsuz olduğunun farkında değil. Mutsuzluğu konusunda ne kendi, ne de başkaları sorumlu. Bu yalnızca bir kader. Ama mutlu olunabilir. Oluyor yani. 
Mutluluktan kastım ne peki? 
Örneğin her sabah okula giderken karşıdan karşıya geçtiğim yolda, yaya geçidinde bana yol verilmediği, aksine ben karşıdan karşıya geçecek olduğumda daha çok üzerime sürülmediği ve dolayısıyla her yeni güne başlayışımda ölüm tehlikesi atlatmadığım bir sabah beni mutlu eder. Ya da Dünya'nın belki de en verimsiz ısınma sistemi, daire başına kombi sistemi yüzünden sabah soğuk eve kalkmadığım bir sabah.
Bu sistemi evime bağlatmak için Dünya'nın en kötü ve en pahalı sayacına para vermediğim bir ömür de daha mutlu olabilir belki. "Eğitim" almaya giderken cehaletin ve bilimsellikten uzaklığın göze batmayıp düpedüz girdiği alt geçitlerden, kavşaklardan vs. geçmektense, her milimetresi planlanmış, her alanda kullanılacak malzemeleri özel seçilmiş ve o alana özel kullanılmış karayollarını kullanmak da işe yarayabilir. "Birileri bu şehrin her metrekaresini insanlık için tasarlamış." duygusu, üretkenliği ve birlikte yaşadığı insanlara olan saygısını arttırmada faydalı olabilir.  Herkesin birbiri için çalıştığı bir ülke olur çünkü öyle bir yer. Dolayısıyla hiç kimse yalnızca "para" için çalışmış olmaz. 
Yani aslında bir çok cümle kurarak, bir çok örnek verilerek anlatılabilecek bu durum, çoktan birileri tarafından keşfedilmiş. Ne büyük sürpriz değil mi. Dünya'da verimsizliği ve zararlarını farketmiş birileri var. Aman tanrım! (İleride etraflıca bahsedeceğim bir konu, geçiştirmek istemiyorum.)
Verimsizlik, hayatı ıskalamanın ta kendisidir. Hayatı başka şekilde ıskaladığını düşünenlere duyurulur. Türkiye'de yaşayarak zaten kafadan bir 10 yıl ıskalanabiliyor hayat. Yaşayın görün. Verimsizlik, 1m'lik adımlarla 5 adım gittiğinde 2.4m ilerleyebilmektir. 10 dk'da anlayabileceğin bir şeyi 10 günde anlamak demektir. Her an ulaşabiliyor olman gereken kitaba 2 gün arayarak ulaşman demektir. 20 liraya aldığın ve o konu başlığıyla ilgili ana dilindeki tek kitabın tam anlamıyla bir çöp olması demektir. 300 lira yakıt parası verip evinde tir tir titremektir. Minik kağıt parçalarını otobüs bileti olarak kullanıp, ağaçları şehir çöplüğüne gömmek demektir. Hayatında zorunluluktan yanlış tercihler yapmak, yeteneklerinle alakasız okula gitmek, ne okula ne kendine faydalı olmak demektir. Ayda 2000 Lira kazanılan bir işe girmek, fakat değer üretememek, hiç bir konuda gelecek tasarlayamamak, hiç bir iyileştirme yapamamak demektir.                                                                      
İşte iğnelere yolunu saptıran da bu. Evet, okuluna gidebiliyorsun çünkü. Hayat sürüyor. Hayat ilerlerken "dur!" diyemiyorsun. Evet, birileri, aynı senin gibi birileri ayda 2000 Lira maaş alarak çalışıyor da, neyine yetmiyor bunlar? Mutlu olmalı, isyan etmemelisin. Yalnızca birilerinin özenle kurguladığı "gerekleri" yerine getirmelisin. Düşünmemelisin, yoksa sağlıklı olamazsın. Yalnızca gereğini yap. Fazlasını değil. Üzerine bir hırka daha giyebilirsin kendini üzeceğine. Tamam canım, sen de o kitapları arama o zaman. Defterinde yazan kırık dökük notları ezberle, zaten bir şekilde geçersin derslerini. Aman canım sen de bırak ısrarla öğrenmeye çalışmayı. Yüklenme kendine bu kadar. Hem laf arasında, bence biraz da abartıyorsun. Sanırım kötü şeyler yaşaman aslında senin suçun. 
İğne, çuvaldız benzetmesinin çuvalladığı anlar işte bunlar. Hangisi, kime göre, nereye. 
 
Yukarıdaki fotoğraf:
THE DIFFERENCE? EFFICIENCY Hua Jack Toh & Chih Wen ChawUSA