24.1.09

bir takım iğnelerin yön karmaşası

İşler yolunda gitmediğinde o işin neden yolunda gitmediğini araştırmak gibi güzel yurdum civarında pek olağan olmayan bir alışkanlığı olanlar, bu durumu abartıp en çok kendine yüklenme boyutuna getirdiklerinde, o yolunda gitmeyen küçücük olayın nasıl haftalarca sıkıntı yaratabildiğini bilirler. "Boşver" diyemezler bir türlü. Çünkü hayatından gidiyor insanın. Emekleri boşa gidiyor, etraflıca düşünüp kurduğu planlar bozuluyor vs. 
E hayat da zaten böyle bir şey... mi?
Evet hayat kendi rasgele düzeni içinde (rasgeleyi rastgele olarak kullanmamamın okulla ilgili bir nedeni var bu arada, merak edenler için:)) insana rasgele sıkıntılar sunarak "hah al bakalım bunla başa çık, şimdi bunla başa çık" şeklinde, insanı hayata tutunduracak türlü çeşit heyecanlar getirir. Sims'in bile chaos motoru vardı. Binbir hile ile mahallenin en zengini ol, işlerin iyi gitsin, ailedeki herkes iyi olsun filan (sims deyip geçmeyin bunları sağlamak onda bile zor oluyordu :)), oyun bir anda chaos generator'ını çalıştırıp, oyuncunun asla müdahale edemeyeceği (tüm müdahaleleri kapatıyor) bir felaket yaratıyor. Örneğin ana karakterin çok sevdiği bir arkadaşını bir facia sonucu öldürüyor, ya da çocuğu okula gönderemiyorsunuz bir türlü, en sonunda gelip askeri okula götürüyorlar çocuğu filan. 
Hah... Başlığı kafama giymeye başladım an itibariyle. 
Ama bakıyorum da, buralarda hayat hiç bir zaman mükemmele yaklaşamıyor ki?
Tabii bu biraz da hayattan beklentiye ve hayat kalitesine verilen önem ile ölçülebilecek bir mükemmellik. Fakat açıkça ortada ki, etrafta milyonlarca mutsuz insan geziyor. Hiç biri neden mutsuz olduğunun farkında değil. Mutsuzluğu konusunda ne kendi, ne de başkaları sorumlu. Bu yalnızca bir kader. Ama mutlu olunabilir. Oluyor yani. 
Mutluluktan kastım ne peki? 
Örneğin her sabah okula giderken karşıdan karşıya geçtiğim yolda, yaya geçidinde bana yol verilmediği, aksine ben karşıdan karşıya geçecek olduğumda daha çok üzerime sürülmediği ve dolayısıyla her yeni güne başlayışımda ölüm tehlikesi atlatmadığım bir sabah beni mutlu eder. Ya da Dünya'nın belki de en verimsiz ısınma sistemi, daire başına kombi sistemi yüzünden sabah soğuk eve kalkmadığım bir sabah.
Bu sistemi evime bağlatmak için Dünya'nın en kötü ve en pahalı sayacına para vermediğim bir ömür de daha mutlu olabilir belki. "Eğitim" almaya giderken cehaletin ve bilimsellikten uzaklığın göze batmayıp düpedüz girdiği alt geçitlerden, kavşaklardan vs. geçmektense, her milimetresi planlanmış, her alanda kullanılacak malzemeleri özel seçilmiş ve o alana özel kullanılmış karayollarını kullanmak da işe yarayabilir. "Birileri bu şehrin her metrekaresini insanlık için tasarlamış." duygusu, üretkenliği ve birlikte yaşadığı insanlara olan saygısını arttırmada faydalı olabilir.  Herkesin birbiri için çalıştığı bir ülke olur çünkü öyle bir yer. Dolayısıyla hiç kimse yalnızca "para" için çalışmış olmaz. 
Yani aslında bir çok cümle kurarak, bir çok örnek verilerek anlatılabilecek bu durum, çoktan birileri tarafından keşfedilmiş. Ne büyük sürpriz değil mi. Dünya'da verimsizliği ve zararlarını farketmiş birileri var. Aman tanrım! (İleride etraflıca bahsedeceğim bir konu, geçiştirmek istemiyorum.)
Verimsizlik, hayatı ıskalamanın ta kendisidir. Hayatı başka şekilde ıskaladığını düşünenlere duyurulur. Türkiye'de yaşayarak zaten kafadan bir 10 yıl ıskalanabiliyor hayat. Yaşayın görün. Verimsizlik, 1m'lik adımlarla 5 adım gittiğinde 2.4m ilerleyebilmektir. 10 dk'da anlayabileceğin bir şeyi 10 günde anlamak demektir. Her an ulaşabiliyor olman gereken kitaba 2 gün arayarak ulaşman demektir. 20 liraya aldığın ve o konu başlığıyla ilgili ana dilindeki tek kitabın tam anlamıyla bir çöp olması demektir. 300 lira yakıt parası verip evinde tir tir titremektir. Minik kağıt parçalarını otobüs bileti olarak kullanıp, ağaçları şehir çöplüğüne gömmek demektir. Hayatında zorunluluktan yanlış tercihler yapmak, yeteneklerinle alakasız okula gitmek, ne okula ne kendine faydalı olmak demektir. Ayda 2000 Lira kazanılan bir işe girmek, fakat değer üretememek, hiç bir konuda gelecek tasarlayamamak, hiç bir iyileştirme yapamamak demektir.                                                                      
İşte iğnelere yolunu saptıran da bu. Evet, okuluna gidebiliyorsun çünkü. Hayat sürüyor. Hayat ilerlerken "dur!" diyemiyorsun. Evet, birileri, aynı senin gibi birileri ayda 2000 Lira maaş alarak çalışıyor da, neyine yetmiyor bunlar? Mutlu olmalı, isyan etmemelisin. Yalnızca birilerinin özenle kurguladığı "gerekleri" yerine getirmelisin. Düşünmemelisin, yoksa sağlıklı olamazsın. Yalnızca gereğini yap. Fazlasını değil. Üzerine bir hırka daha giyebilirsin kendini üzeceğine. Tamam canım, sen de o kitapları arama o zaman. Defterinde yazan kırık dökük notları ezberle, zaten bir şekilde geçersin derslerini. Aman canım sen de bırak ısrarla öğrenmeye çalışmayı. Yüklenme kendine bu kadar. Hem laf arasında, bence biraz da abartıyorsun. Sanırım kötü şeyler yaşaman aslında senin suçun. 
İğne, çuvaldız benzetmesinin çuvalladığı anlar işte bunlar. Hangisi, kime göre, nereye. 
 
Yukarıdaki fotoğraf:
THE DIFFERENCE? EFFICIENCY Hua Jack Toh & Chih Wen ChawUSA

10.1.09

Far Far Away

80'lerde (hey gidinin 80'leri & ne 80'lermiş arkadaş) bir çok ülkede bir numara olmuş şu güzide şarkıyı kim bilmez... "funky town! "
Benim için bu şarkının görseli, Shrek 2'de Fiona ve Shrek'in Far Far Away'e ulaştığı anlardaki görüntüleri. Shrek 2'de arkadaş arasında dönen geyiklerin en kralı olan "abi şunları yazsak film olur" rüyasının gerçekleştiğini hissediyorum zaten. "şimdi bu bataklık canavarları çok uzak bir ülke'ye ulaştıklarında bir de Funky Town pa
tlatırız! (ahahah)"
Evet, adamlar yapmış, başarmış gibi değil mi sanki. 
Beni bu eserin performansında en çok etkileyen, kadın vokalin gerçekten "funky town"a gitmek istediğini anlatan ve bunu "funky" bir biçimde vurgulayan sesi. Kim midir bu hatun? Cynthia Johnson.
Peki acaba nedir bu "funky", nedir bu "funk".
Funk, 60'ların orta yerlerinde bir yerlerde Afrika asıllı Amerikanların, soul müzik, soul jazz ve R&B'yi bir potada eritip yeni ve daha eşliğinde dans edilebilir bir müzik haline getirmeleriyle ortaya çıkan bir müzik türü. Wiki'den kafasını gözünü yara yara çevirdiğim bu cümleyi okuyan sevgili müzik severlerin gözünde şöyle bir sahne canlanmasın.
"Beyler, 60'ların, ileride tarihçilerin hakkında konuşurken "mid to late" gibi şık bir şekilde tanımlayabileceği bir bölümüne geldik.                                                                                                        
Sizce de artık müziğimizde bir kaç yenilik yapıp onlara bu zevki tattırmamız gerekmiyor mu? Jashua, sen hangi ritm aletlerinin hangi vokallerle gittiğini listele, Caroline sen jazz ve r&b'de sıklıkla ortak olarak kullanılan kadansları araştır. Raporlarınızı salı 17:00'ye kadar masamda istiyorum."
Göktengri'ye binlerce şükür ki, olan biten bundan çok daha eğlenceli (dir diye umuyorum).
"Hey Joshua (caşua), ordan attırıvee bi soul ritmi, Caroline gir mi minörden ablacım."
Tabii ki bu işin bir de şahane müzik aletleri yönü var. Yeni ve şahane sesler. İçlerinden benim en çok sevdiğim, "hammond organ" , gayet 30'larda icad edilmiş olsa da, 60'larda öne çıkan ve neredeyse jazz, blues ve rock için "default" hale gelen mükemmel bir alet. Yukarıdaki fotoğrafta Hammond'ı Hammond yapanlardan biri, "Jimmy Smith" yer alıyor. Onsuz olmazdı.

9.1.09

ölçme ve değerlendirme

Bir günce' nin ilk yazısı olarak yazılacak her şey, günün birinde gereksiz ve saçma görünecek. 
Defter yırtmak, defter yakmak görece zor hareketler ama, buraya yazılanlar günümüzün en sevilen klişelerinden biriyle ifade etmek gerekirse, ki aslında niye gereksin, "bir tık ötemizde!". Evet evet. Bu yazıyı yazarken biliyorum ki, karton kaplamasını çok beğendiğimden satın aldığım, cildi özensiz yapıldığından asla açılıp içine rahatça yazılamayan fakat bunlara rağmen pahalı o defteri yırtmak zorunda değilim. 
"tık!", bitti gitti.
Aynı zamanda şunun rahatlığı da söz konusu tabii: kimse okumak zorunda değil. Bu e-günce'de kimseye hiç bir şey vaadedilmiyor! 
Bu blog komik olmayacak, yüksek entelektüel birikim içeren dolu dolu yazılar içermeyecek, ilginç olmayacak olabilir. Ama neye göre kime göre değil mi.
Hayat bir takım ölçme ve değerlendirmelere göre yol alınan bir denizde ilerleyen bir hayalet gemi. Hangisinin yoğunluğu daha büyük, hangisi sabit hangisi ilerliyor, yoksa ikisi de mi gayet dinamik, hangisi görece daha hızlı, gözlemci ne düşünüyor, kaptan ne yaşıyor muamma. Bilinen tek şey, gemide mürettebatın olmadığı. Dolayısıyla gemiye bir zeval geldiğinde, her halükarda gemiyi en son terkeden de zat-ı alileri oluyor. 
Gemiyi terk etmek durumunda kalana kadar yapılması gerekenler var tabii ki. Bazen gemiyi paspaslamak, yelkenleri idare ve teftiş etmek, rotayı belirlemek, bazen fırtınalarla boğuşmak filan. Bu bloga yazmak, benim için, öyleyse, temelin iyi balık çıkan yerde, koordinatları unutmamak için gemiye kırmızı büyük bir çarpı koyması gibi bir şey olacak. Gayet mantıksız, amaçsız, ama gayet yerli ve yerinde. 
Aman ne güzel, ne güzel.
(Yukarıda gördüğünüz resimcik, bir ölçme ve değerlendirme sonucundan çok mutsuz olduğum bir gece çizdiğim bir şey. Bir çarpı daha.)